Aşkın Yücel – askinyucelseckin@gmail.com
Duman ve ateşle oynamayı sevdiğim yıllardı. Bir ülkeydi ada arzunun arka bahçesinde; toprağı işlemekten hoşlanırdım; meyve yemek yerine. Olmayan ülkeleri gezerdik hayali gemilerle; fethetmek bana göre değildi daha doğrusu annem ve ablam umudu öğretmişlerdi çorak topraklarda. “Ben” denen mefhumdan hoşlanmamaya başlamamda benzer yıllardı yani duman ve ateşle oynamayı sevdiğim yıllar. Hayallerimde olanı o kadar yaşamaya ve yaşatmaya başlamıştım ki; karanlık adeta bir tiyatro sahnesiydi benim için olmayanı yarattığım. Konuştuğum ve oynadığım tüm yaşıtlarımı da ikna etmiştim; inanmadıkları yerde kanıtlarımı sunmak için hiç bir değeri önemsemiyordum adeta bir Borgias’a dönüşüyordum. Yine aynayla barışık olduğum yıllardı. Kayıtsızlık ve güneş saatinin önemli olduğu… Gölgelerin ve bulutların anlam katılabilir yanlarını keşfetmekti; maymun iştahlılığın anlaşılamayacağı bir samimiyetti yaklaşmak bir bahçeye. Arka ve ara bahçeler hep olmuştur; olagelmektedir. İster Katedraller kadar ihtişamlı ister kerpiçin verdiği huzur kadar sıradan. Yaktın mı diye soracaksınız ya da sordunuz. Hayır, yakmadım. Geriye döndüğümde birbirine dönüştüklerini gördüm. Derince bir soluk çektiğimde yüksek bir tepeden uçsuz bucaksız şehre ve şehrin tarihine bakıyordum, göz kapaklarımı ovuşturduğumda okyanus kokusu gözeneklerimi kaplıyordu, çamura şekil veriyordu insanoğlu. Peki ne oldu diye soracaksınız ya da sordunuz. Sevmediğim “ben” de sordu sevdiğine. Ona radyodan duyulan analog ses derman oldu: “İlk yarı 0-0 bitti; herşey iyi gidiyordu. Sonra bir baktım 5-0 olmuş.” “Neden?” diye hep bir ağızdan sorduk ya da sormuş bulunduk. “Zaman geçmiş” diye cevap verdi tok bir ses.