Ulaş / ulasonder@windowslive.com
II. BÖLÜM
birinci bölümün özeti: tavukçuda tavuk kellesi uçurma işinde çalışan İsmail, bir gün karşılıklı düşüncelerini duyabildikleri, hatta birlikte düşünebildikleri bir tavuğa rast gelir. Tavukla kurdukları bu iletişim ikisini de derin, düşünsel bir maceraya sürükler. İsmail, bu sırada işini aksatması sonucu dikkat çekmiştir ve bulduğu bu hazineyi kaybetmekten korkarak tavuğu koltuğunun altına aldığı gibi koşmaya başlar.
“
-Bir kere olduysa bir kere daha olacaktır.
-peki ama sonlanan hiçbir şey yok mudur öyleyse?
-belki de artık bilinmez bir formdadır ama hala oluyordur. Geçen bir geminin dalgası kıyıdan kıyıya yansıyarak devam eder var olmaya ama artık ayırt edilemeyecek kadar küçülmüştür ve yayılmıştır.
-peki nasıl yoktan var ettiyse o gemi o dalgaları, bir geminin tersi de yok edemez mi var olan dalgaları?
-belki de o gemi zaten var olan dalgaların bazılarını büyüterek oluşturmuştur o dalgaları
-peki ama o zaman her şey her zaman var mıydı, hiçbir dalganın olmadığı bir yerden geçemez miydi gemi?
-belki sadece varlık vardır, yok hiç yoktur.
-…
-belki susuyorsun, bana susarak itiraz ediyorsun, ama yine de susmanın da bir anlamı var, çünkü hala düşünüyorsun, sadece düşündüğünü söylemiyorsun. Konu anlamsızlaşıyor yavaş yavaş, anlam silikleşiyor.
-peki ama…
-belki de!
-bel ki
-pek iyi
-…
-…
“
İsmail, kendi kendine attığı bir kahkaha ile metroda yanında oturan gencin elindeki dergide okuduğu “plazma teorisi” konulu bir makaleden gözlerini ayırdığında tavuk da bu iç mono buçuk logundan bir rüyadan uyanır gibi uyandı.
Tavukçudan ayrıldıklarından, metroya binişlerine kadar geçen çılgınca koşuşturmacanın heyecanından ancak yeni yeni kurtuluyorlar, sakinleşebiliyorlardı. Hatta İsmail kapıldığı heyecanın etkisiyle önüne çıkanları kenara fırlatarak, kolileri devirerek, denizi yarar geçercesine ilk soluğu sokakta almıştı. Şimdi bu davranışın ne kadar abartılı olduğunu anlayabiliyorlar (daha çok İsmail) ve ilgileri yine birbirlerine ve bu acayip “biz” e kayıyordu.
Koltuğunun altında çırpınan sersemlemiş bir tavukla metronun kapısı tam kapanırken aradan sıvışarak telaşla içeri dalan ve takip edilip edilmedini kontrol eder gibi penceren hala dışarı bakınan bu kısa boylu, şişman, başının üstündeki belli ki yıllarca özensizce düzenlenen saçları belirgin bir şekilde seyrekleşmiş, tıraşı uzamış, üstelik üzerinde kanları hala kurumamış bir önlük bulunan bu adam metronun seyrek ve sakin yolcuları arasında gerçeküstü bir etki yarattı.
Bu etkinin, ancak oturup havadaki oksijenden bir iki rahat nefes çekebildikten sonra farkında oldular ve bir süre birbirlerine baktıktan sonra çevrelerindeki insanların tepkilerini anlamak için yüzlerine baktıklarında “ne bakıyonuz lan, hiç mi bilmemne görmediniz” demek istediğini zanneden insanların hemen bakışlarını kaçırdıklarını ama yine de arada meraklarına yenilerek bu muhtemel delinin üzerlerine saldırma riskine rağmen çaktırmadan bakmaya çalıştıklarını fark ederek rahatladılar. Ve edindikleri bu harkülade zihinle çevreyi incelemeye koyuldular. İşte hemen yan koltukta kendilerinden habersiz dalgın dalgın bir fizik makalesi okuyan genç o an ne güzel bir tesadüf olmuştu.
Bir derginin hatta yazının ne olduğu hakkında daha önce hiçbir fikri dahi bulunmayan tavuk, şimdi nasılsa İsmail ile kurduğu bu zihinsel birlik ile yazılanları okuyabiliyor ve onunla birlikte anlayabiliyor, yorumlayabiliyorlardı.
Tavuklar için uyumak ile uyanıklık arasında pek fark yoktu. Herşey hep bir rüya gerçekliğinde, soyut ve derindi, bazen stres ve heyecan belki bu rüyayı bölüyordu ama zihinleri yine de düz bir vadide süzülen nehir gibi devam ediyordu yoluna. Oysa insanın yüksek coğrafyasında aklı sık sık yüksek kayalardan sıçrıyor, bir o yana bir bu yana savruluyordu. Rüyaların soyutluğunda değil uyanıklığın dünyasında tek tek nesnelerin farkındalığıyla bir o nesneden bir bu nesneye geçiyordu akılları.
İsmail biraz farklıydı. Onun bu sürekli sakinliği, dalgınlığı, sanki bir dağın çok yükseklerinde kaynağından çıkmış ama o yolculuğa hiç girişmemiş, hemen oracıktaki Tibetli rahiplerle bir ateşin başında bağdaş kurmuş kafa dinleyen ve buharlaşmayı tercih eden bir su damlası gibiydi. Peki peki, ya da şöyle diyelim, İsmail i tam olarak anlamak pek mümkün olmuyordu. İşte ikisini birbirine bağlayıveren şey o dalgınlık anlarının en derinlerinden birisi olmalıydı. Şimdi de bu iki tür zihin birleştiğinde sanki Alplerin zirvelerinden dökülen bulutlar oluyorlardı. Ya da öyle bişey işte.
İsmail, şimdi yine geleceğinin hesabına düşmüştü. Her ne kadar varoluşlarının gelip geçiciliğinin farkına varmış ama bir yandan da sonsuz yaşamın sırrını anlamış olsa da ,
– canlılığın evriminin kaçınılmaz bir dinamiği olan bireyler arası rekabetin, temel bir güdünün zihindeki yansıması olarak düşünülebilecek; “ben” kendi varlığını, türdeşlerine zarar vermek pahasına devam ettirmeye çalışacaktır. Birey “ben” inin yok olma olasılığına karşı hem nesnel dünyada,yani hayatta, hem de estetik kurgularda (ki bu kurguları o dünyayı dönüştürme sürecinde kullanacaktır) yani kendi aklında, savaş verecektir. İşte “ölümden sonra yaşam” kurgusu, yaşamları ölüme karşı umutsuzca bir savaş vermekten ibaret olan bazı insanların, yaşamaya devam edebilmek için kendilerine attıkları bir yalandır. Başarısız olacak estetik bir kurgudur. Yok olacak olan, işte böyle bir evrimin yarattığı bu organizmanın “ben” idir. Bedenin yapısı yavaş yavaş dağılırken, beninin yapısı da dağılacaktır ve “ben” yok olacaktır. “ben” bir dalga serisi gibi kıyıdan kıyıya çarparak belirsizleşecektir. Ama dalgalar hep var olacaktır. O halde sonsuz yaşamın sırrı budur; bir dalga değil, deniz olmak, denizin her bir anına dağılmak. Bu yok olmak mıdır? Belki ama var olmaktır da. O halde var olmaktır!-
bu “İsmail” haliyle uzun bir süre var olacağını hesaplıyordu.. İşte bu şekilde İsmail, o güne değin hor görülmesinin, salak muamelesi görmesinin yarattığı eziklikten kurtulacak olmanın verdiği coşkuyla yanındaki gençle paylaşmak istedi bu düşüncelerini. Artık hayatını kazanmak için başka yollar açılmıştı önünde. Tavukla yaşadıkları bu düşünsel dünyanın derinliğinin insanlar üzerinde yaratacağı sarhoşluk onları şüphesiz kendisine hayran bırakacaktı. İşte bu yanında oturan ve kendisini anlayabilecek kadar da nitelikli görünen delikanlı da genişliği tüm dünyayı saran hayran kitlesinin ilk ferdi olma şansına erişmek üzereydi.
Tavuk bu düşüncelerin hemen öncekilerle nasıl bir tezatlık içinde olduklarını fark ederek dehşete kapıldı, İsmaili bu kadar bireysel düşünmemesi için uyarmak istediyse de tek bir akılda oluşan bu gerginlik İsmailin beklentilerindeki coşku ve kendi dehşetiyle de birleşiyor, düşünceleri bir yandan tanrıya doğru ne kadar derinleşir ve mütavazileşirse hemen ardından İsmail in benine doğru bir o kadar daha bencilleşiyor ve sivriliyor, bir sarkaç gibi hızlanarak sallanıyordu.
İsmail o sivriliklerde kendisini , akşam ve sabah hatta öğle ve ikindi programlarında boy gösteren servet ve ün sahipliğinin kralı gelse tanımayacak bir adam olarak hayal ediyordu ve bu lüks ve saygın hayat onu öylesine etkilemişti ki ağzı sulanmış, salyaları dudaklarının kenarından taşmak üzereydi, o sivriliklerden birinde o kadar kendisini bu hayallere kaptırmıştı ki değil salyalarının taşkın davranışlarını, tavuk ile kurmuş olduğu o iletişimin kopmak üzere olduğunu bile fark edemedi. İşte bu duygusal taşkınlık , yanındaki gence omzuyla yaklaşarak konuşmaya başlayacağı anda zirve noktasına ulaştı ve ağzından şu kelime bir salya seliyle birlikte boşaldı;
-Ölüüüüm!
II. bölümün sonu