The Idiot Diarist
Umut Taylan / les_umut@hotmail.com
Aralık, 13
Aslına ne oldu bilmiyorum ama, kopyası yanımda sesimin. Bunaltıcı. Dün gece bir ölünün soğukluğunu örten bir çarşaf gibi asfalt yolları örtmüş karlara basarak, uzun bir yürüyüştü bu, döndüm çatı katındaki harabe evime.
Çoğu zaman açık olan kapısı, ne zaman böyle gezilerden dönsem bir gece vakti, dert yanar bana kimsenin gelip, tokmağına dokunmamasından. Çınardan gövdesine usul usul, cennete alınmayı bekleyen bir kul gibi ya da sert sert, cehennemden kaçmayı aklına koymuş bir günahkar gibi kimsenin vurmadığını anlatır bana gözleri ıslak.
Dinliyorum onu. Saçlarım yırtılmış bir sayfa gibi omuzlarımda. Şehre çıkıyor bütün gözyaşlarının yolu, biliyorum.
İçerisi soğuk, dışarısı beyaz. Bu bağlılığı, bağımlılığa çeviren zaaf hangi yaramda saklanıyor, bilmiyorum.
Aralık,15
Evimde bir yabancı. Büyük ağaçlardan söz ediyor bana. Bazı geri dönüşlerden, algı spazmlarından ve hüzünlü kovboy baladlarından.
Onu yanlış anlayacağım. Bunu bilerek yapacağım. Cinsiyetini bile sormayacağım. Boğazıma tıkanan ruhumu, hangi kıymıktan ödünç aldığımı sorarken kırmızılaşan göz dipleri, bana kollarımdaki artık seçilmeyen mürekkep façalarını hatırlattı.
Evimde bir yabancı, benden başka. Benle birlikte ve benle dahil bütün bu Şey olma sıkıntısına. Dibi arayan belki suya yansıyan debisini bulur, derken bakıyorum tırnaklarına. Biçimsiz, içleri gri kirli, dışları insan pisliği. Beni gülümsetmiyor insan olmak. Beni rahatlatmıyor bütün bir ete ait olmak. Beni hiç serinletmiyor hissediyor olmak. Budalalık bu! Üstelik bayım, diyorken içimden, siz kendinizi modernizmde anarşist bir vampir zannedecek kadar safsınız. Böyle konuşmanız çağa da ana da aykırı.
Dinlemiyor beni. Diğerleri gibi. Çünkü sesim sadece kendi vücut boşluğumda, kendi hayali kulaklarımda patlıyor.
Evimde bir yabancı. Benim yatağımda, dudakları kımıldamadan uyuyor.
Aralık, 16
Gerçeğin, kımıldayan bacaklarını elliyorum. Yere düşecekler bütün nesneler birazdan. Zehir miyim, zehirli miyim diye düşünen bir akrep oluyor bazen zamanın kendisine verdiğim önem. Eğlenceli, kendisiyle barışık yeşil bir dev sanki bu içime doğru uzanışım.
Ama biliyorum ki O evimdeki yabancı, bir daha asla çıkmayacak odamdan. Sanırım bebek ağlamaları da bitmeyecek. Ve bu ay ışığı, bu sana ve kendime uzak oluşum.. Tüm bu aygır bokları işte.
Biraz olsun kan ver bana, biraz olsun gözyaşı sun ulu Tanrım! Biraz olsun devam ettirmeme izin ver bu yazgının kör gözlerini. Saçtığım karanlık, biriktirdiğin ışıktan daha çok olamaz. Bense budala bir ölü gibiyim. Yaşama tutunmaya çalışan.
Kaç harf varsa adında, o kadar kemiğim kırılıyor fısıldarken geceleri adını.
Aralık, 17
Sis, sokakların boyunlarına doladıkları bir fular sanki. Bu göründüğüm boşluk dalgın bir genişliğe doğru çoğalır bazen. Bazen kıyasıya genç hisseder ihtiyar etler. Sarkarken, ağlarken, ağırlaşırken tuzdan ve yaştan, hangi göz maviliği bırakır?
Kış, Arthur Rimbaud’nun kopmuş bacağındaki romatizmayı azdırdı. Önce gerçeğe, sonra hayale ihanet etti bütün kuşlar. Bazen tembih ettim kendime yaşamayı, bazen hor gördüm ruhuma bir kılçık, bir kılıç gibi saplanmış bedenimi.
Televizyonu açıyorum. Peruğunu giyinmiş bir iguana gülümsüyor küçük ekrandan. Gözlerime değin buruşmuşum. Bir atom numaram eksikti, onu aramaya çalışıyordum. Radyoda eski bir Tom Waits şarkısı anons edilirken, kapıyı açıyorlar. Kapı açılırken, içim kapanıyor.
Bulanıyorum. Bulanmak bir başkaldırı oluyor, bazen. Ağlamaya başlasam, yüz yıllar sürecek diye korkuyorum. İsa, sadece kaybedenleri mi seviyor..
Bu bahanelerin ardına saklan sen de, kırmızı renkli dualarla süsle dudaklarını. Böylece, ardına aldığın bir kapın, o kapının arkasına döşediğin üst üste bir sürü mobilyan, saklanma güdün, bu çıplaklığa veremediğin ödünlerinle soluk diye aldığın şeyi benimse. Hayatı kutsa! Ölümü alaşağı et!
Ne demek istiyor bu adam. Kadınları tartışıyor dişlerim. Bir piyanonun giydiği takım elbiseyi onarırken buluyorum O’nu. Çırılçıplak ama inatla bana üzerinde bu takım elbisenin nasıl göründüğünü soruyor. Artık yeter, artık! Artık artamıyorum diye bağırıyorum.
Sadece, ellerimi tut. Bu kapıdan sonra ıslanacağız birlikte.
Aralık’ı Ocak’a Bağlayan Gece , Geceyarısı
Bir odadasın. Mezbaha Blues diyorlar buna bazı ölü doğan kahramanlar. Zincirler var etrafında. Zincirler yağlı ve soğuk gri rengindeler. Eylem olmak istiyor her biri.
Bir odadasın. Oldukça geniş olmasına rağmen, tek bir gerçek yüzünden sana daralan bir oda. Eğer, bağlıysan tüm uzuvlarınla Mekan’ın açılarında kısıtlı bir odağa, özgürlüğün iki ayağının dolandığı alan kadardır ancak. Bu yüzden bağımlı, esir ve müşfiksin.
Hayvan sesleri, uluyan böcek kırıntıları, yerde kanlı bir insan bacağını kemiren iri köpekler, o köpeklerin yüzeye dağılan pis salyaları, ve bir Et olarak Sen.
Hayaller, ruhu terk edecekleri anı belirlerler. Hayaller, bedene ne zaman ihanet edeceklerini iyi bilirler. Yalvarışların da bir kritiğini yapar bazen hayat, bazen tüten pis kokunla dolaşırken, fark edersiz acizliğin ufkunda asla dönmeyecek olanları izleyerek yaşlandığını. O ufuksun bazen geri çekilirken hayattan, bazense o ufuğun altındasın ileri doğru atılırken hayata.
Senin işkencen, oğlum, aradığın çocukluk, aradığın saflık ve beyazlık. Yalandır bunlar! Tükür üstlerine onların! Özlem duyduğun çocuk, yaktığı böcekleri ve kanatlarını kopardığı sinekleri nereye sakladı? Özlediğin saflık emdiği memeye dair şimdilerde unuttuğu fantazmik rüyaları hangi misketlerin yanına tıkıştırdı?
Bir bıçaksa eğer yeryüzü, sivri ucunda bekleyen tanrıyla karşılaşman uzun sürmeyecektir. O bıçağı görüyor musun şimdi? Peki ya o sivri ucundaki kan pıhtılarını?
Senden saklanan gerçek, o bıçağın saplandığı et parçası, sendin daima.
Esaretin dolduruşuna gelen vücutlarla yeniden yaratmak için Şimdi’yi, debelendin durdun. Bu debelenişinde o harabe evinin küçük odasında kendine hayal kahramaları, hayal diyalogları yarattın. Biraz da bohemlik, biraz da tuhaf olup ilgi çekme zırvaları olarak yaptın bunları. Ama şimdi.
Esir olduğun parçalarını yağmur ya da gözyaşları değil, kendi pis kanın temizleyecek. Bu temizliğin hızı, kalbinin çalışma hızıyla orantılı. Hayatı kutsa! Ölümü alaşağı et!
Ocak, 1
Polisler terk edilmiş fabrikaya vardıklarında, mavi halojen ışıkla aydınlatılan geniş makine dairesinde, odanın ortasında büyük bir bıçağa gövdesinin tam ortasından saplı bulunan Léa Kuzey’i buldular. Cinayet mahallinde bulunan ve Léa Kuzey’e ait olduğu kesinleşen günce ise polis tutanaklarına geçirildi.
Léa, kendi halinde bir Edebiyat Öğrencisiydi. Resim ve edebiyatla ilgiliydi. Arkadaşları tarafından biraz hayalci ve içe kapanık olarak adlandırılan Léa adlı öğrenci, henüz yakalanamamış olan sapık tarafından katledildiğinde 21 yaşındaydı. Mavi gözlü, 1,90 boylarında, ince bir genç olan Léa Kuzey, kadınların da ilgisini oldukça çeken bir gençti. Polisler bu sebepten dolayı olayın bir aşk cinayeti olup olmadığını araştırdıklarını ama bu olasılığın cinayetin kurgulanışı ve işlenişi bakımından taşıdığı detaycılık açısından düşük olduğunu söylediler.
Léa Kuzey’in ailesi, cesedi sahiplenmedi. Oğullarıyla olan ilişkilerini üç yıldır askıya aldıkları öğrenildi. Çocuğun uyuşturucu bağımlısı olduğu ailesi tarafından doğrulandı. Bu cinayetin bir uyuşturucu çetesi tarafından işlenip işlenmediği araştırması da başlatıldı. Polis tarafından yapılan diğer bir açıklama ise uzun süredir şehirde dolaştığı iddia edilen sapığın bu olayla da ilgisinin olup olmayacağı. Polis memuru Seul Newman sapığın öldürme biçimleriyle yakın bir cinayet olmasına rağmen, bu olasılığı kanıtlarla desteklemeden halka bir kitle katili korkusu vermenin de yanlış olacağını belirtti.
Léa Kuzey’in cenaze töreni, Cave Church’te gerçekleştirildi. Cenazeye Papaz’dan ve kilise çalışanlarından başka kimse katılmadı.
Léa Kuzey, vasiyetinde de belirttiği üzere, kendi hayaline gömüldü.
HTV, Muhabir Blix Eucridé.