Lara- Ada/ laluska___@hotmail.com
Kabataş’a yanaştık. Uzun kış boyunca pek de aşkla bakışmadığımız kaldırımlarla şimdi barıştık sanırım. Öylesine güzel ki, bu ruhsuz kaldırımlar, bu beton duvarlar, yine tanıdık ve kaba olsalar da dostuz bu gece.
Bu halde iskeleye çıkamam, fazlasıyla siyah ve günahkar bir etek bu. O da bunu biliyor, elini uzattı bana. İndik tekneden, arkadaşı arkamızdan geliyor. İki üç yabancı etrafını sardı, biraz konuşmak için. Alışkın tabii, ben de garipsemedim. Onlar beni garipsediler belki, hatta bunu hissettim ama bu yüzden kendimi şanslı hissetmedim. Hislerimi salıverdim zaten, kontrol bende değil, kadere öyle inanıyorum ki şu an…
Taksiden indik, parası yokmuş, ben ödedim. Özel teknesi var, parası yok. Samimi, abartısız ve içten bu halinden bağımsız; hatta belki dolaysız sırf bu sebepten ötürü onu çok seviyorum. Kalbim çok heyecanlı, ben galiba değilim. Heyecan dahi uyandıramayacak kadar gerçeküstü, imkansız bir gece bu. Para konusuna gelirsek, eve dönmeme artık yetmeyecek.
İçerisi yine karanlık, serin. Kokusunu da tanıyorum elbet, daha önce de geldim buraya. Duvarlarda birçok şey asılı, kitaplar, CDler, filmler var raflarda. Yaşamayan bir ev gibi. Kül tablaları boş, piyanonun kapağı kapalı. Çiçek de yok. “Bir insanın evinde bir tane olsun çiçek varsa, ondan kötülük gelmez” der annem. Hemen kötüye yormamalı tabii. Alırım bir saksı çiçeği, hediye. Bakar herhalde. Kötü bir insan değil zaten, anneler de her şeyi bilmiyor, anlıyorum.
İki şişe açılmamış votka var dolapta. (Ayran var bir de, bildiğimiz ayran. O da ayran içiyormuş demek…) İçmedik. Sigaralık sardık, onu içeceğiz. Arkadaşı hala bizimle. Ondan hoşlanmıyor değilim, bu rüyayı sise boğuyor olsa da. Hatta hoşnutum onun varlığından, baş başa olmanın huzursuz edici sessizliğini bozuyor en azından. Şimdi içeri gitti, salata yapmaya.
Bir nefes aldım sigaralıktan, bütün genzimi ve ciğerlerimi yaktı. Tutamadım işte, fena öksürdüm. Birkaç da yersiz laf etmiştim önceden, iyice utanıyorum. Çok üzülüyorum. Sus pus oldum.
O çekiyor şimdi. Benden bile kötü öksürmeye başlıyor. Soğutmuyor, tiksindirmiyor beni öksürüğü. Ama utancımı gidermiyor, rahatlatmıyor da… [Birden bir sürü şey üşüştü kafama sadece. Veya normal zamanda şöyle bir esip geçecek düşüncecikler yavaşladılar mı, n’oldu.. Öksürükle çarpılmış bu ağzı ve kıpkırmızı olmuş bu gözleri sevmemiştim ben…] Bunu düşününce kendime kızdım. Ayıp… Çok mutsuzum. O da susuverdi nedense. Sessizlik tekinsiz, kötü, bunalımlı.
Salata burada, önümde. [Çok Sezar salatası veya Akdeniz. Zeytinli, beyaz peynirli filan, tuhaf renkli, yabancı migros sebzeleri var içinde, bizden olmayan ve büyük doğranmış. Nişantaşı salatasıyım, cafe bar salatasıyım ayaklarında züppe, ama değil. Sossuz bir kere, sebzeler de düzgün yıkanmamış, yağsız, tuzsuz. Ruhsuz, yalancı, sınıf atlamaya hevesli ama hazırlopçu, çabasız.] Yiyorum salatayı, çok acıkmış gibiyim. Geçmiyor boğazımdan, pek çiğneyemiyorum. Susadım. [Yazlıktaysan eğer, balığa çıkmışsa baban, telaş etme, birazdan gelir. Elleri kolları dolu ve çokça gururlu, tuttuğu balıktan çok kız babası olmanın verdiği gurur bu. Annen kızartır balıkları, saçlarına siner kokusu, aldırma, bu gece evdesin nasıl olsa. Yakışmaz bu sahneye ama yemekte kola içersin, rakı içerken baban, tekrar çocuk olabilirsin o zaman. Masumiyetini hiç kaybetmediğini sanırsın, bu ‘bilmiyormuşsunculuk’ eskiye taşır seni, huzura bir de… Salata vardır sofrada, kocaman, balık salatası. Ufak kesilmiş domatesler, piyaz doğranmış soğanlar, tuzla ovulmuş ki acısı çıksın. Roka, kıvırcık, salatalık,maydanoz. İyice karıştırılmış, öyle ki balkonun ışığında parlıyor malzemeler sızma zeytinyağı ve limondan. Her lokmasında emek var salatanın, emek salatası. Suyuma ekmek ban salatası. Yemek bitsin daha karpuz var salatası. Ev salatası, aile salatası, mutluluk salatası…] Salatayı yedim, su içemedim hala. Ne yapsam, gerçekten çok susadım.
“Eline sağlık, harika olmuş.” [Gerçekten harika mı buldu? Hayatında hiç mutluluk salatası yemedi mi yoksa? Ya da nefret kustuğum bu feci salataya ‘harika’ diyebilecek kadar ikiyüzlü mü?] [Arkadaşını kırmamak için öyle dedi tabii, öyle duyarlı, öyle iyi kalpli ki içim ezildi sevgiden, acıma duygusu gibi, hatta annesiymişim gibi sanki, nerden çıktıysa bu laf, onu da bilmiyorum, hiç anne olmadım ki, üstelik kaç yaş da büyük benden. Sevgim kulaklarımdan taşacak, gözlerim doldu, ateş bastı yüzümü. Kusmak istemiyorum, başım döndü.]
Bir film var görüntüde, anlayamıyorum. Anlamam lazımmış hissiyatına yenik düşüyorum, çok çaba sarfediyorum ama nafile, anlamıyorum. [Entelektüel görünmeye mi çalışmalıyım hala, ne olurdu basit bir Hollywood filmi koysaydık, kafam durdu, anlamıyorum işte. Kendime sinirleniyorum, üçkağıtçı salatadan farkım kalmadı, ne yapayım şimdi, ölsem daha iyi.] Üçümüz de sustuk, madem susacaktık bari yalnız olsaydık diye aklımdan geçiriyorum. Öyle yabaniyim ki, istesem de tek bir söz söyleyemiyorum. Orada, sehpanın üzerinde kitaplar, dergiler var. Şiirleri okumaya çalışıyorum, mısralar birbirine giriyor. Her heceye olağandışı anlamlar yüklüyorum, beni büyülüyorlar. Arkadaşı bu sırada uyudu sanırım.
Elimden tutup içeri götürdü beni sonra. Pek öpmedi, yine de seviştik. İki dakika ya geçti ya geçmedi, uyuyakaldı. Hiçbir şey konuşamadık. O olmasa kimseyle sevişmezdim bu gece. Aradığımdan da değil ama… 0 Biraz muhabbet ederiz diye ummuştum. Olsun, böylesi bile güzel. Uyuyamadım çay yaptım kendime. (Çay var evinde, çay resmen…) Oturdum biraz. [Kafam karmakarışık, bir fikir belli belirsiz uçuşuyor gözlerimin önünde, takip edemiyorum. “Bunu daha önce kimse düşünmüş müdür?” diye soruyorum. Sonra “eğer düşünmüşse bile, bunu daha önce kimsenin düşünmüş olup olmadığını düşünmemiştir” diyorum. Giderek karışıyor, bu girdaplarda boğulacak gibi oluyorum.] Gittim sonra yanına, sarılmaya cesaret edemedim. Yatağın diğer ucuna kıvrılıp uyudum ben de. Horluyordu, çok sigara içtiğimiz geceler bizlerin horladığı gibi, kız babaları gibi, üst komşu gibi belki. Fazlasıyla alışılmış hatta unutulmuş, sıradan, yakışmıyor ona, yakışmadığı için sevebiliyorum artık onu, ve gittikçe daha çok, buna inanamıyorum…
Sabah oldu, bir sigaralık daha sarıp içtik. Arkadaşı daha erken kalkmış, gitmiş, yalnızız. Gecenin kapattığı kusurlar, sabah güneşini görünce pür neşe belli ediyorlar kendilerini. Kendime güvenim iyice sarsıldı.
“Ben gideyim artık..”
“Otursaydın.” (Yok, eve dönmem gerekiyor.)
“Paran var mı?”
“Var…” (Söyledim size, kötü biri değil o.)
Sarıldık, gidiyorum. Asansörde bu yasak buluşmanın en güzel anını beş on saniye önce yaşadığımızı düşünüyorum. Param yok, sigaram da bitti. Beşiktaş’a, hatta belki Sirkeci’ye kadar yürümem gerek. Başım bir tuhaf yine. Yolu kaybettim. Cümlelerimi toparlayamaz halde birine yolu soruyorum, dinleyemiyorum.
Sabah saati, dükkanlar açılıyor, insanlar işlerinde güçlerinde. Taksiler yanımda durup korna çalıyorlar, eteğim kadar ben de günahkarım, yüzümden okuyorlar. Kafamı toplayana kadar epey bir dolanıyorum. Geçirdiğimiz her saniyeyi bir daha unutmamak üzere aklıma kazırken biliyorum, eskisi gibi olmayacağım, geçen günlerin bildik unsurları ve rutin ayrıntıları bundan böyle olağan dışı ve kutsal… Kabataş iskelesi Kabataş iskelesi değil artık, en çok ayranı, sonra çayı seviyorum, açılmamış votka şişelerine gülümsüyorum, siyah beyaz filmler huzurumu kaçırıyor. Bir taksinin arka koltuğunda, genç kızların umutlarında, boğazdaki her teknede, baba kızın mutluluğunda, çiçek saksılarında, asansör aynalarında ve öksürük krizlerinde o var. Fonda tekrarlanan bir melodi, düşünüyorum, sözlerini bulamıyorum:
“lalalalalalalalalalalalalaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa…”